Türkiye’de 1968 - 1980 arasında tam 12 yıl süreyle sokaklardan oluk oluk kan aktı. Binlerce genç insanımız can verdi. Bu dönemi, kimileri iç savaş, kimileri sağ-sol çatışması, kimileri kardeş kavgası, kimileri de provokasyon olarak değerlendirdi. Ama bana göre o dönemin adı kesinlikle, “Yeniden Milli Mücadele” olmalıdır.
“Neden?” diye soranlar için izah edeyim.
SSCB ve Çin merkezli komünizm Doğu Avrupa’yı bir örümcek ağı gibi sarmıştı. Hedefe koyduğu ülkelerde öncelikle kalemi satılık olan köşe yazarlarını, beyni kiralık olan akademisyenleri kendi saflarına çekip komünist devrim için uygun zemin hazırlatan bu kan emiciler bekledikleri zaman gelince de o ülkenin tepesine binerek kendi uyduları haline getiriyorlardı.
Kanaat önderlerine dağıttıkları paralar sayesinde, üniversitelerde, fabrikalarda, gecekondu mahallelerinde hızla örgütleniyorlar beyinlerini yıkadıkları gençlerden gözü kara olanları silahlı terör eylemlerine yönlendiriyorlardı.
Mafya ve rüşvetçi bürokratlar tarafından idare edilir hale gelen sınır kapılarımızdan yurda soktukları silah ve mühimmatı terör örgütlerinin kullanımına veriyorlardı. Bu terör örgütleri hiçbir sıkıntı ve sorunla karşılaşmadıkları için gün geçtikçe daha da pervasızlaşıyorlardı.
Ülkücüler de başlarını önlerine eğip okullarına gitmeyi veya ticarete atılıp vurgunlar yapmayı bilirlerdi. Herkesin konuşma, karışma, kaçma formülünü uygulayarak kaderine razı olmuş halde beklediği bir dönemde ülkücüler Türkiye’nin demirperde ülkesi olmasına ve namusumuzun komşu ülkelerde pazara çıkmasına engel olmak için yiğitçe mermilerin karşısına dikildiler, mertçe bombaların üstüne kapandılar!
İşte Mübarek Ramazan ayına denk gelen 5 Ocak 1968 akşamı iftardan hemen sonra Ankara Site Öğrenci Yurdu kantinine girerek Allah’ın varlığını inkar eden, dini ve milli değerlere hakaretler yağdıran öğrenci görünümlü teröristlerin bu propagandasını diğer öğrenciler koyun gibi dinlerken İlahiyat öğrencisi Osmaniyeli ülkücü Ruhi KILIÇKIRAN’ın bir bozkurt gibi başkaldırması teröristlerin ezberini bozmuştu. Ellerindeki kızıl silahları ateşleyerek KILIÇKIRAN’ı şehit ettiler.
Kurdun dişine kan değmişti ama Başbuğ Türkeş’in “Hiçbir zaman saldıran taraf olmayacaksınız, ama nefsinizi müdafaa etmekten de geri durmayacaksınız” emri gereği bütün ülkücüler topyekûn savunma düzenine girmişlerdi.
Ülkücüler yalnız ve tedbirsiz gezmiyorlardı. Her yerde kamplaşma göze çarpıyor, Komünistler ile ülkücüler ayrı kahvehanede oturuyorlardı.
İlk yıllar kenarda, köşede yalnız yakaladıkları ülkücüleri pusuya düşürerek vurmaya başladılar. Takip eden yıllarda birer birer katletmek bu kan emicilere yeterli gelmedi. Bu sefer öğrenci yurtlarını, kahvehaneleri, işçi servislerini bombalamaya devam ettiler.
Amerikan ajanları da devreye girmişti. SSCB’nin, Çin’in kucağına oturmuş ve birçok fraksiyona bölünmüş olan sol örgütlerin yöneticilerinin bir kısmı Amerikan ajanlarından emir almaya ve emirlerindeki teröristleri ajanların gösterdikleri hedeflere yönlendirmeye başlamıştı.
Türkiye’de bulanan sularda balık avlamak niyetinde olan Amerika ülkeyi iyice karıştırıp, ordu içinde satın aldığı soy fukarası subaylara ihtilal yaptırmanın derdindeydi. Çünkü 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından dolayı Türkiye’ye karşı tarifsiz bir kin duyuyordu. Şimdi bir yandan kinini kusarken diğer yandan ihtilal için şartların olgunlaşmasını (!) sağlıyordu.
İstanbul Ümraniye’de Ömer BAYRAKTAR, Salih ULUĞ, Bahri BİLGİN, Cevat KOCA ve Sinan KOCA ismindeki beş ülkücü işçi…
Malatya’da Hamit FENDOĞLU, kızı Hanife hanım ile torunları Bozkurt ve Kürşad…
Bingöl Belediye Başkanı Hikmet TEKİN, annesi Hürmüye ve kardeşi Ahmet TEKİN…
Adana’da Ahmet GÜLEÇ, Davut KORKMAZ, Müslüm TEKE, Yılmaz KIZILAY, Mustafa KARACA ve Özcan DORUK isimli öğretmenler…
İstanbul Beşiktaş’ta evi basılan Serdar ve Levent kardeşler ile kuzenleri Uğur ERKENEZ…
Ankara’da Ziraatçılar lokali baskınında Refik DURAN, Dursun İNCE, Ahmet ÇELİK, Hikmet ZAĞLANMIŞ ve Baki AYHAN…
Urfa’da sabah erken saatte işe giderken MHP Gençlik Kolları Başkanı Yaşar MAĞAT ve babası Mustafa MAĞAT…
Urfa Eyyübiye’de evi basılan Muhtar Hüseyin SÜZEN ve oğlu Haydar SÜZEN…
Urfa Sarayönü’nde evi basılan Mehmet AKYÜZ… (oğlu yaralı olarak kurtuldu)
Urfa Yıldız Meydanında iş çıkışı arabası otomatik silahlarla taranan Nihal ÇİZMECİOĞLU… (eşi yaralı olarak kurtuldu)
Bu liste daha uzayıp gidecek ve 12 Eylül ihtilali olduğunda yani 1980 yılında şehit ülkücü sayısı beş bine yaklaşacaktı…
12 Eylül 1980 gecesi CIA Türkiye Masası Şefi Paul HENZE tarafından ABD Başkanı Jimmy CARTER’a “Bizim çocuklar işi bitirdi” bilgi notu ulaştırıldığında, Türkiye’de her devrin yalakası olanlar, Amerikan uşağı darbecileri alkışlamaya ve methiyeler dizmeye başlamıştı bile…
İhtilal gecesi, ocaktan, partiden, yurttan, evden, fabrikadan, kahvehaneden toplanan 650 bin kişi gözaltına alındı.
Gözaltına alınan kişilerden aylarca haber alınamadı, faili meçhul olaylara fail bulma insafsızlığı gereği yapılan işkenceler sonucu 471 kişi işkence tezgâhlarında can verdi. Cezaevlerindeki olumsuz yaşam koşulları sebebiyle 300 kişi öldü. 43 kişinin ölüm sebebine “intihar” diye not düşüldü.171 kişinin işkence sonucu öldüğü doktor raporuyla tespit edildi. Firar etmeye çalışan 16 kişi vurularak öldürüldü. 9’u ülkücü, 18’i solcu, 23’ü adli suçlu olmak üzere toplam 50 kişi idam edildi.
Askeri cezaevlerinin bodrum katlarında özel olarak oluşturulan işkence merkezlerinde her gün birkaç kişinin ölmesine, cezaevlerindeki sıkı askeri disipline, hücre cezasına, ziyaretçi yasağına, tedavi engeline, bitmeyen dayak fasıllarına rağmen,
Ali Bülent ORKAN adındaki ülkücü mahkum, rütbesiz erlere bile “komutanım” diye hitap etmenin zorunlu olduğu cezaevinde darbeci Yüzbaşıya “Hey asker ağa baksana” diyor…
Bir başka cezaevinde Yusuf Ziya ARPACIK adındaki ülkücü mahkum darbeci askeri savcıya tabanca ile ateş ediyor…
Tam 13 ülkücü lisede okuldan kaçar gibi yüksek güvenlikli askeri cezaevinden firar ediyordu…
İdam cezası almış 2 ülkücü mahkum bir başka cezaevinden dalga geçercesine çıkıp giderek firar ediyorlardı…
Ülkücü mahkumlar cezaevlerinde kısa sürede teşkilatlanmış, duruma hakim olmuş, cezaevlerini ilim tahsil edilen “Taş Medrese”lere çevirmişlerdi. Yani,
“Tarih, ölümü göze almış bir ülkücüden daha tehlikesi bir silahın keşfedilmediğine şahitlik ediyordu!”
İşte asıl amacı yıllar sonra uygulayacağı BOP için ülkede zemin hazırlığı yapmak olan Amerika, ülkesi ve milleti için gözünü kırpmadan can alıp, can vermeye hazır yüzbinlerce insanın varlığıyla yüzleşince geri adım atarak bir alt başlık açmak zorunda kaldı.
Bu alt başlık “Türkiye’de İdealizmi Bitirmek” idi…
Bu başlık altında, ailesini, milletini, devletini, bayrağını, dinini ve diğer kutsal değerlerini tanımayan, sadece parayı ve şehveti düşünen bir nesil yetiştirmeyi hedefliyorlardı.
Bunun için ne gerekiyorsa yapıldı. Müstehcen yayınlar serbest bırakıldı, özel televizyon kanalları açıldı, aile yapısını temelinden dinamitleyecek dizi filmler yapıldı, uyuşturucu yaygınlaştırıldı, uyuşturucuya ulaşamayanlar için madde bağımlılığı özendirildi, hırsızlık, soygun, gasp, dolandırıcılık, cinayet, eşini aldatmak, taciz, tecavüz normal yaşam tarzı gibi tanıtıldı, lüks yaşama ulaşmak için her şey mubah gösterildi…
Bu şekilde amaçlarına ulaşacaklarını sanıyorlardı. Fakat mücadeleden vazgeçmeyen az sayıdaki sivil toplum kuruluşu ve sağlam kökene sahip aileler çocuklarını idealist olarak yetiştirmeye devam ettiler, ediyorlar, edecekler.
İşte yetişen bu idealist nesil, Türk devletinin ve Türk milletinin üzerine oynanan bütün oyunları bozacak azim, kararlılık ve güçtedir.
Bu idealist gençler sayesinde, Türk milleti titreyip kendine dönecek ve aslına uygun yaşamına geri dönecektir.
Yeri gelmişken, Ozan Arif’i de rahmetle yad ediyor ve 12 Eylül’e ilişkin son söz olarak diyorum ki;
Ben oniki Eylül’ün nesini seveceğim,
Yapana, yaptırana devamlı söveceğim!