Ayaklar altına alınan fikirlerin, özgürlükten mahrum bırakılan insanların bir araya gelerek oluşturdukları topluluğa sesleniyordum. Fikirlerin ve düşüncelerin paylaşıldığı bir dünya istiyordum. Söyleyeceklerimi kafama yazmıştım. Önümde konuşma metnim duruyordu ve dikkatimi toplamam gerekiyordu. O yüzden kalabalığa doğru bir bakış attım. Düşüncelerini pankartlara sığdıran insanlar naralar atıyordu. Özgürlük! Özgür müydük? Bence değildik. Düşüncelerimiz sadece aklımızda yer ediniyordu. Dışarıya aktaramadığımız veya yaşayamadığımız sürece özgür olup veya olmamamızın ne önemi vardı ki?
Kürsünün önünde barikat kuran güvenlik görevlileri kalabalığın bana daha çok yaklaşmaması için bariyer koymak zorunda kalmışlardı. Sesler yükseliyordu ve ben konuşma yapmak üzere kürsüye çıkıyordum. Ses sistemi ayarlanmış, kayıt yapan kameramanlarda yerini çoktan almıştı. Konuşma metninin yazılı olduğu kağıda son bir defa bakıp ters çevirdikten sonra konuşmaya başlarken kalabalık bir anda sessizleşti ve ben konuşmaya başlıyordum ağır ağır.
‘İnsanları bütün diğer canlılardan ayıran özellik; konuşabilmenin yanında düşünebilmesidir. Üstün varlıklar olarak yaratılan insan, düşüncelerin yanı sıra fikirlerin ortaya çıkmasında da önemli rol oynamaktadır. Yeni fikirlerin ortaya çıkmasıyla farklı seslerde çıkmaya başlar toplumda. Toplum, bu farklı sesleri bir arada tutabildiği sürece toplum vasfını kazanmaktadır. Ötekileştiren değil birleştiren, yıkan değil onaran, ayıt eden değil birleştiren olduğu sürece toplum hayatını devam ettirebilir. Korkuyla oluşturulan toplumda özgürce yaşamak imkansız hale gelmektedir. Özgürlük veya hür olmak kelimeleri filozoflar tarafından farklı şekilde anlam bulmaktadır. Bana göre özgürlük; başka bir canlının yaşam hakkına, fikirlerine, düşüncelerine gasp edilmemesidir. Toplum, bir korku medeniyeti altında esir olmaktadır. Düşüncelerini dile getiremeyenlerin veya göz ardı edilen insan haklarının üzeri sürekli örtbas edilmiştir.’ Konuşmaya devam ederken kalabalığın elinde dolaştırdıkları ve üzerine yazdıkları yazılar gözlerimin önünden geçerken özgürlük naraları da kulaklarımda yankılanıyordu. Kimi suçu devlete atıyordu kimi özgürlüğün ne manaya geldiğini bile idrak edemeden pankartın üzerini yazıp çizmişti. Sürü psikolojisiyle hareket eden kalabalık, naralar atıyordu. Çıkarılan sesler, kalabalığın içerisinde anlamsız kelimeler yığını haline geliyordu. Her türden insanın, milletin, ırkın bir araya gelerek yaşadıkları sıkıntılara anlam katabilmek adına bu eyleme katılmışlardı. Kimisi halis niyetiyle burada kimisi art niyetiyle… Art niyetliler, insanları kışkırtarak onları galeyana getirmeye çalışıyorlardı. Sinsi hareketlerle, fark edilmeden insanların aralarında dolaşıyorlardı. 
Konuşmaya kaldığım yerden devam ediyordum. ‘Özgürlük savunulabilir. Düşüncelerin ve fikirlerin canlı olarak biz insanlar tarafından yaşatıldığı süre boyunca özgürlük devam edecektir. Her yeni düşünce ve her yeni fikir; toplumun yararına olduğu süre zarfında, toplum tarafından benimsenmelidir. Kişi hak ve hürriyetlerine saygılı olunduğunda yeni fikirler ve yeni düşünceler ortaya çıkmaktadır. Önemli olan düşüncelere ve fikirlere saygı duyulmasıdır.’ Konuşmaya devam ederken kalabalık arasında kargaşa çıkmaya başladı. İki kişi arasında çıkan sözlü atışma yumruklara, tekmelere dönüştü. Kalabalığın arasında çıkan kavga büyüyerek bütün kesimi kapladı. Çıkan arbede de orada bulunanlar birbirlerine girdiler. Güvenlik görevlilerinin araya girmesiyle güvenlik çemberi oluşturuldu kürsünün etrafında. Atılan taşların, sopaların haddi hesabı yoktu. O sırada kürsüden inip, güvenli bir alana geçip, olayı orada izlemeye devam ettim.
Güvenlik görevlileri, tomalar, polisler derken meydan savaş alanına dönmüştü. Taş ve sopalar havada uçuşuyordu. İnsanların çığlıkları duyuluyordu. Özgürlük sesleri yerini inlemelere bırakmıştı. Tomalar su sıkıyordu. Polisler havaya ateş açarak kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu. Kalabalığın kendi içerisindeki kavga, polisle meydanı dolduran insanlar arasına kaymıştı.
Çığlık, siren, ateş sesleri derken ambulans sesleri de gelmeye başlamıştı. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Yerlerde oluşan kırmızı lekeler meydanın resmini çiziyordu tualine. Adeta kan gövdeyi götürüyordu.
İnsanlar ara sokaklara doğru kaçışıyorlardı. Polisler üzerlerine doğru gidiyor ve siren sesleri geliyordu meydanda. Provakatörler yine iş başındaydı. Toplumun ihtiyaç halinde olduğu ve özgürlüğe aç oldukları bir zamanda ortaya çıkmıştı. Konuşmamı sabote etmeyi başarmışlardı. Aklımdan geçen kelime ve dilime yansıyan düşünce; ‘yazık oldu bu topluma.’ Gözlerimin önünden geçen yaralılar ambulanslara taşınırken içimi hüzün kaplamıştı. Topluma yararlı ve farkındalık oluşturulabilecek konuşmamı yarıda bıraktılar. O kalabalıkta bulunan insanlara üzüldüm. Faydalı olamadığım için kahrolmuştum.
İnsanların meydandan ayrılmasıyla bende evin yolunu tutmuştum. İçimdeki hüznün bir karşılığı yoktu. Acıma yetim had safhaya ulaşmıştı. Gözlerime inen perde yavaş yavaş kalkıyordu. Kulaklarımda duyduğum çınlama sesi yerini araba kornalarına bırakmıştı. Ağzımın tadı kaçmıştı. Gözlerimde sadece bir resim; sarı turnusol kağıdının üzerinde siyah kalemle yazılmış özgürlük pankartı ve o pankartı tutan 5 yaşındaki çocuk! Kulağımda sadece bir ses; ‘özgürlük’ bir koro halinde söylenen bir söz, ‘özgürlük!’