Masmavi gökyüzü altında, turkuaz renkli denizle, leyleklerin uçuşuna şahit oluyordum. Kanat sesleri kulağıma fısıldanırken, balıkların hoyratlığı sakin denizde dalgalar oluşturmaktaydı. Beş metre yükseklikten denizin her tarafını süzen leylekler, balık avına çıkmışlardı. Mevsimin değişmesiyle, denizde yaşayan canlıların sayısı da artmaya başlamıştı. Renkleriyle gökkuşağı rengini oluşturan balıklar, denizle birleşince renk cümbüşü ortaya çıkıyordu.
Vaktin ikindi olması hasebiyle balıkların su yüzüne çıkması olağan bir durumdu. Leylekler acıkmaya başlamışlardı. Beş metre yükseklikten ani bir ivme kazanarak ve hızını artırarak denizin yüzeyine doğru uçuyorlardı. Acıkma hissi kendini belli ettiriyordu ve bu hızlarından anlaşılabiliyordu. Leyleklerden birisi altın renkli bir alabalıkla gökyüzüne doğru uçmaya başladı. Alabalığın çırpınışları fayda etmiyordu. Ağzını sıkıca alabalıkla perçinleyen leylek, onun kurtulmasına imkân tanımıyordu. Güçlü kanat çırpınışlarıyla gökyüzüne doğru yol almaya devam ediyordu.
Sürüden biri daha ayrılmış ve alabalık ailesi, su yüzünde sıçramaya devam ediyordu, leyleklerde gökyüzünde gözlerine kestirdikleri balıkları süzmeye devam ediyorlardı. Alabalık sürüsü, korkunç bir sesle hemen dağılıverdiler. Yavaşça üzerlerine doğru gelen kayığın motor sesiyle dağıldılar. Kırmızı renkli kayığın üzerinde iki yaşlı balıkçı bulunuyordu. Kayığın üzerine sarı renkle; ‘kill him’ yazılıydı. Balıkların okuma yazması olmamasına rağmen o motorun güçlü sesi, onları su üzerinden hızla ayrılmalarına yeterliydi. Balıkçıların işin ehli oldukları denize attıkları ağlardan belliydi. Nerede ve nasıl yakalayacaklarını biliyorlardı. İki yaşlı balıkçı ağlarını bırakırken yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorlardı. Su yüzüne çıkmaya cesaretleri olmayan alabalıklar, denizin dibine doğru yol alıyorlardı.
Gecenin çökmesine çok az kalmıştı. Vaktin eve doğru olduğunu güneşin batmasıyla anlaşılabilirdi. Leylekler gökyüzünde uçmaya, balıklar su üstüne çıkmaya ve balıkçı teknesinin gözlerden kaybolmasıyla benimde yolum eve düşmüştü. Denizi bırakıp, akşamüzeri esen rüzgâra karşı yolda yürümek; ruhun kendisine gelmesine ve iç huzuru yakalamaya yeterliydi. Denizin güzelliğinin bitip, akşam rüzgârına teslim olmak; bedenin rahatlamasına olanak sağlıyordu.
Caddeler sokaklara, sokaklar meydanlara çıkıyordu. Yitip giden yeşilliğin ardından rengârenk taş binalar dikilmişti kentin dört bir yanına. Şehirden uzakta yapılaşan binalar; yeşilliğin ardından geriye apartman ve site isimlerini bırakmıştı. Doğayı katlederken, canlılara da zarar veriyorduk. Canlılığı yok ederek, bina dikerek, toplumu taş kalpli insanlar haline getirdik. Merhamet, şefkat gibi hislerden arınıp; öfke ve hırs duygularına teslim olmuştuk. Taş binalara alışkın olan gözlerimiz, ormanlık alan veya bir ağaç görmek istiyordu. Zaman; canlı varlıklardan arıtılıp, cansız varlıklara evirilmekti. Bu bizim canlılar üzerinde yaptığımız caniliğin bir göstergesiydi. Doğaya sahip çıkmadık ve hırsımıza yenildik.
Caddelerin ortasına dikilmiş seyyar ağaçlar, kendi öz vatanından sürülmüş mülteciler gibi yerlerini yadırgıyorlardı. Çiçek açan dalların yerini yeşil renkten yoksun kuru dallar bırakmıştı. Bir ağacın kenarına oturup, yorulan ayaklarımı dinlendirmek isterken karıncaların ağaçtan kaçtıklarını gördüm. Yerinden, yurdundan ayırtılan bu canlılar metropol kentlere ayak uyduramamışlar (aynı eski insanlar gibi). Kurumuş dallarına yanarken, kurumaya yüz tutmuş köklerini dışarıya doğru çıkarmışlardı. Kuruyan gövdesi, yapraksız kalan dalları ve vatansız kalan kökleriyle; bu koca şehirde yapayalnız kalarak, mülteci muamelesi gördüğünü biz insanlara sessiz bir çığlık şeklinde haykırıyordu. Sırtımı yaslayabileceğim bir dost bulmuşken, onun haline acımak; hırs ve öfke duygularını denize doğru attığımdandır. Caddede oluşan sesleri duyan insanlar, bu canlıların seslerini duymuyorlardı. Ev sahipliği yaptığı karıncaları küstürmüştü. Toprağa, suya, hayata küsen bu ağaç; yılların üzerinde oluşturduğu ağır yükü sırtında taşımaktan yorulmuş, son nefesini veren bir insan gibi beli bükülmüş sesi çıkmıyordu.
Betonlarla örülü hayatımıza yön verirken göstermelik birkaç tane ağaç dikmekle çevreci veya insancıl olunmuyor. Yağmalanan onca ağaç, imar planına karşı çıkan ağaçlar; köklerinden sökülmeyip, devrilerek ve hayatlarından kopularak katlediliyorlar. Dallarına konan ne bir kuş, ne bir kelebek, ne de bir ağustos böceği var artık. Toprağı kabul etmiyordu, köklerinden kopmuştu ve yarın bir belediye görevlisinin hayatına son vermesini bekliyordu. Gönlü kırılmış, hayata küsmüştü. Vedalaşarak yanından ayrıldım, sırtımı dayayabildiğim bir canlıyı kaybetmenin üzüntüsüyle eve doğru yola koyuldum.
Hayatımdan çıkartılan her canlı için dua etmeye başladım. Duaların sonuna ‘âmin’ ekleyerek kabul buyurmasını istedim yüce Yaradan’dan. Bilip, bilmeden hayatlarına son verilen canlılar artık yaşamıyorlar. Ölü bir kalp olarak, taş yapıların arasında taş kalpli insanlar dolaşmaya başladı. Evirilen sadece hayatlar değil, kalplerde katılaşmaya başlamıştı artık. Sonu olmayan bir yola girmiştik ve gözlerimiz alışmaya başlamıştı artık.