Bugün “Dünya” denen gezegen üzerinde 8 milyara yakın insan yaşıyor. Yapılan tespitlere göre bu 8 milyara yakın insan, sayısı 10.000’in üzerinde olan dilleri kullanıyor. Bu dillerden bazılarını dünyada sadece 800 - 20.000 kişi kullanırken, bazılarını da 1 milyarın üzerinde insan kullanıyor. Konuşulan bu 10.000’den fazla dili göz önüne alarak dilbilimciler bu dilleri dil ailelerine ayırmışlar. İndo-Germen gibi, Okyanusya gibi, Sami gibi, Bantu gibi, Slav gibi, Ural-Altay gibi. Tahmin ettiğim kadarıyla aralarında tesadüfler dışında uzaktan yakından hiçbir benzerlik bulunmayan dillerden yapay dil aileleri oluşturmuşlar. Herkesin de farkına varacağı gibi, bu ilgisiz ve bağlantısız diller dünyanın coğrafi bölgeleri göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Oysa böyle bir ayırma ve ayrıştırma işlemini yapmak için dilbilimci olmaya da gerek yoktu. Haritayı önüne alan her insan da bu sınıflandırmayı yapabilirdi. Ama o zaman da dilbilimciler ekmeklerini nereden kazanırlardı, dilbilimci geçinerek dünyanın dört bir tarafına bedavadan nasıl seyahat edebilirlerdi? Bu konuda kişisel olarak bir saplantımdan yeri gelmişken söz edeyim. Dünyada bu işi yapanlar, yani bu işten ekmek yiyenlere karşılık bizim dilbilimcilerimizin bu tasnif ve değerlendirmelere ne katkıları olmuştur ne de itirazları olmuştur.
Bunu biraz açayım: Türkçe, dünya dil aileleri içinde Ural-Altay dil ailesi içinde yer alıyor. Bu dil ailesi içinde Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Çince, Korece dilleri var. Yukarıda dediğim gibi, sadece coğrafi bölge olarak yapılmış bir sınıflandırma. Çünkü Türkçe ne Koreceye benzer ne Moğolcaya. Öyleyse böyle bir sınıflandırma yerine her dili ayrı olarak değerlendirmek, tarihi dönemlerini gözden geçirmek, kendisine münhasır olan özellikleri ortaya çıkarmak gerekmez mi? Dikkat edilirse olması gerekenden söz ediyorum. Bilim adamlarının gözünde saçmaladığımın farkındayım. Bu işi uzaktan yakından bilen biri olarak, bu işin öğrenimini gören biri olarak bunlar benim düşüncelerim ve bu düşüncelerle bilimsellik gibi bir derdim de yok. Çünkü bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalar Türkçeye hiçbir şey kazandırmadı. Mesela, dilbilimcilere göre her dil kendi içinde lehçe, şive, ağız gibi bölümlere ayrılıyor. Bence bu yoğun(!) bilimsel çalışmalar Türkçenin lehçeleri, şiveleri, ağızlarını bile tam olarak tespit edebilmiş değildir. Türkçenin bilinen lehçeleri Çuvaşça ve Yakutça olarak biliniyor. Bunların niye lehçe olduğunu, temel ve tali farklarının ne olduğunu bilene aşk olsun. Başvurduğum Türkçe kaynaklarda Türkçe şiveler üzerinde bir mutabakat bile yok. Bugün yazı dilinde kullandığımız Türkçeyle bu şiveler arasındaki temel ve tali farklar konusunda deyim yerindeyse “usturuplu” denecek bir çalışmaya rastlamadım. Oysa Türkçe, yaptığımız hesaplara göre bugün 54 ülkede 265 - 300 milyon civarında insan tarafından kullanılan bir dil. Bu sayı, dünya nüfusunun % 3,3’ü. Bu kadar geniş coğrafyada ve bu kadar sayıda insanın konuştuğu dil için daha ciddi, daha kapsamlı çalışmalar yapılması gerekmez mi? Dünyada ancak 3 - 5 milyon kişinin konuştuğu Felemenkçe üzerine yapılan dil çalışmalarının ve kapsamlarını ne ve ne kadar olduğunu öğrenmek pek de zor değil. İnternete girmek bile yeterli.
Türkçenin tahmin edilen veya bilinen 2500 - 3000 yıllık bir tarihi var. Bu dönemler; karanlık dönem, en eski Türkçe, eski Türkçe, orta Türkçe, modern Türkçe gibi tarihi dönemlere ayrılıyor. Coğrafi konum olarak da doğu Türkçesi, batı Türkçesi olarak iki bölgede mütalaa ediliyor. Bugün Türkiye’de yazı dilinde kullandığımız Türkçe, modern Türkçenin Batı bölgesinde kullanılan Türkçe. Konuşma dili ve yerel ağızlar açısından da çeşitli bölgelere ayrılıyor. İstanbul, Rumeli (Trakya), Aydın, Karaman, Kastamonu, Ankara, Harput, Erzurum, Kerkük gibi. Urfa’da konuşulan Türkçe de Harput ağızlarına dahil edilmiş. Halbuki Harput ağzıyla Urfa’da konuşulan Türkçe arasında bazı seslerin genizden çıkmasından başka hiçbir benzerlik yoktur. İşin kolayı budur; Elazığ, kuş uçuşu, harita konuşu olarak Urfa’ya yakındır. O halde Urfa’da konuşulan Türkçe de Harput ağzına bağlıdır. Oysa biraz incelense, Urfa’nın değişik tarihi olaylar ve coğrafi konum bakımından Harput’a ne kadar uzak olduğu ortaya çıkar. Söz gelimi, Urfa’da Arapça etkisiyle kullanılan “ayn”, gırtlaktan gelen “kaf”, baskın olarak telaffuz edilen ve Türkçede olmadığı halde sözcük başında kullanılan “ğayn” sesleri Harput ağzında yoktur. Harput ağzında bulunan seyrekçe kullanılmakla beraber yine de olan “nazal n” Urfa’da kullanılmaz. Yine Harput ağzında yer alan ve Urfa’da “ğayn” olarak telaffuz edilen sesin “gayn” olarak yer aldığını görürüz. Bu örnekler çoğaltılabilir. Kestirmeden gidersek, Harput ağzı ile Urfa’da konuşulan Türkçenin hançere yapısı bile farklıdır. Bu farkı anlamanın en kestirme yolu Harput müziği ile Urfa müziğini karşılaştırmaktır. Sonuç olarak, hem Harput Türkçesi güzeldir hem Urfa Türkçesi güzeldir. Ama bu iki güzel akraba falan değildir. Urfa’da konuşulan Türkçeyi bir ağza bağlamak gerekirse, bu ağız Kerkük ağzı olmalıdır. Tarihi, coğrafi, fonetik bakımdan en doğrusu budur.
Kaldı ki halk arasında yaygın bir kültüre göre Urfa ile Kerkük arasında bir de “dayı - yeğen” ilişkisi vardır. Bu düşüncelere bazı dilbilimciler dudak bükecek, bazı dilbilimciler “Vız gelir, tırıs gider” diyecek ama ben bu çalışmada ısrarla “Urfa ağzı” demek yerine “Urfa’da konuşulan Türkçe” diyeceğim. Urfa’da konuşulan dil Türkçe olduğuna, bu Türkçenin nasıl meydana geldiğini anlamak için tarihin seyri içinde buraya Türk veya Türkmenlerin ne zaman geldiğini, nasıl ve nereye yerleştiğini bilmemiz gerekir.
Kaynak Mehmet Adil SARAÇ (urfalıca )